GÜLMEK VE SÖVMEK...

Bakmayın fotoğrafta böyle ağzım kulaklarımda, gözlerimde mutluluk ışıltıları, güldüğüme… Yanımdaki, Ardahan Ölçekli Seyhat’tan doğma, Eyüp’ten olma kardeşler içinde yaşamdan en erken uğurlanmış, genç yaşta yitirdiğimiz güzel insan, bana tırpan çekmeyi, sigara bükmeyi, türkü dinlerken gözyaşı dökmeyi, yayla güneşine, yıldızlara, tarla kuşlarına, kır çiçeklerine ve hayata okşayan gözlerle bakmayı, yürürken karıncaya basmamayı öğreten, önce Ölçek köylüsü, sonra Ankara’da Tekel işçisi amcam Kerim’in küçük kızı Fatma… Ankara Kitap Fuarı kapanış gününde, Tekin Yayınevi yerleşimindeyiz. Fatma da derneğimizin üyesi, kitaplarımın şaşmaz izleyicisi…
Üç beş dakika sonra kendimi fuardaki Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin yerinde, annesi babası Köy Enstitüsü çıkışlı bir hanımefendiye 10TL’lik Yeniden İmece Dergisi’nin 47. Sayısını vermeye çalışırken ve kırk yerimden bükülüp dil dökerken göreceğim ve kendime en galiz küfürlerle söveceğim.
Birden açılacak çenem; o giyim kuşamı yerindeki hanımefendiyi, o dergiyi ya da önümüzdeki yayınlarımızdan hiçbirini almadan, hatta doğru dürüst bakmadan bile uzaklaşır görünce, başlayacağım söylenmeye… Yanımdaki iki arkadaş da tanığı olacak o iç dökmenin.
Ulan diyeceğim… Köy Enstitüsü çıkışlılar içinde Dursun Akçam ve ailesi kadar çile çeken, eziyet gören olmadı. Ben açmıştım 17 yaşında tıbbiye ikinci sınıf öğrencisi olarak tutuklandığımda kapıyı. Koynumda “Amerikan Emperyalizmine Karşı İşçi Köylü Gençlik Elele” diyen bir afişle yakalanmıştım Kızılay’da… Beni 1962 yılında Kırıkkale’den Ankara’ya getirdiği arkadaşlarıyla Meclis’ten Anıt Kabir’e ilk öğretmen yürüyüşünü gerçekleştirmiş, 1969 boykotunda gece gündüz TÖS binasında yatıp kalkmış, Anadolu’nun dört bir yanını öğretmen ve halk davası için alt üst etmiş babam Dursun izledi; TÖS davasında bir yıl askeri cezaevlerinde yatarak… Açığa alınarak, sürülerek tamamlayabildi öğretmenliğini… Bazıları gibi ortalık durulunca bakanlık müşavirliği, daire başkanlığı arpalıkları da almadı… Bir küçüğüm Taner bir derginin yazı işleri müdürü olduğu için yüzlerce yıl hapis cezasıyla yargılanıp bir yıl yattıktan sonra cezaevinden yurtdışına kaçtı; en küçüğümüz Cahit üç aylık emniyet bodrumu işkencesinde iki kez ölüme varır gibi olunca hastane acillerine götürüldü, dokuz yıl Mamak zindanlarında kaldı; benim toplum polisi merkezindeki yatırıldığım falakalar, geçirildiğim sıra dayakları, dört günlük Ulucanlar Cezaevi tutukluluğu çerez bile olamadı.
Annemiz Perihan'ın da cezaevleri kapısında, askeri nizamiyelerde bir ömür itelenip kakalanmaktan, çamaşır taşımaktan, mahkeme önlerinde beklemekten, avukat kapısı çalmaktan, yetkili makamlara çocukları ve kocası için ulaşmaya çalışmaktan anası ağlamış ki... 
Taşınıp gittiğimiz evlerin bile kapısı iki kere bombalandı. Gece yarıları, sabahlara karşı defalarca polis tarafından evlerimiz basıldı. Tepeden tırnağa arandı… İzlendik, fişlendik, kara listelere alındık. Babam ve Taner yıllarca Almanya’da sığınmacı olarak yaşadı, vatandaşlıktan çıkarıldı…
Ailece bir ömür bir memleket ve insan kavgasının içinde olduk. Zaman zaman yollarımız ayrı düştü. Farklı yerlerden baktığımız için olaylara ve düşünce ayrılıkları baş gösterdiğinde; bağışlayamadık bile birbirimizi. Önce memleket, önce insanımız için doğru bildiğimiz geldi… Ben ve Cahit, Taner’le siyaseten önce kavgalı, arkasından küsülü kaldık. 
Köy Enstitüsü davası bir halkın davası demişim yıllardır. Osmanlı saltanat yozluğunun adam yerine koymadığı yoksul Anadolu köyünden ve köylüsünden dünyaya kafa tutacak aydın bilinçler üreten, Batı ve Doğu kültürleri arasında bir insanlık köprüsü kurmaya kalkan Köy Enstitüleri’ni değişen nüfus ve yaşam koşullarına uyarlayarak, iş içinde, yaparak ve yaşayarak öğreten, özgün, demokratik ve özgür bir eğitim örneği olarak günümüze taşımak için kolları sıvamış, Ardahan’da kurduğumuz Dursun Akçam Kültürevi kapısını açık tutacağım, yoksul yayla çocukları okusun, sorgulasın, eğlensin, müzik ve sanatın içinde olsun, hayatın bir ucundan tutma olanağı bulsun diye yollara, sıkıntılara düşmüşüm…
Bir de dil döküyorum ki, kırk yerimden bükülüyorum ki, şu dergiyi alın ey süslü hanımefendiler, ey ağzı laf yapan beyefendiler, şu kitabı okuyun, derneğimizin şu etkinliğine katılın, size, ananıza, babanıza aydınlık bir dünyanın kapısını açan, insanca yaşama olanağı sunan insanlara, ananızın babanızın enstitü yıllarında her sabah Sis Dağının başındaki borandan horona çağırdığı Tonguç Baba’ya biraz saygı, biraz minnet duyun, size tanınmış olanakların şimdi kafaları kanlı karanlıklara sokulmaya çalışılan genç kuşaklara aktarılması için gelin şu imecenin bir ucundan da siz tutun…
İşte böyle kendimi birilerinin önünde emek çalıcısı, paçavra satıcısı, hatta vatan pazarlayıcısı bezirgânlar gibi iki büklüm görünce… Değersizleşmiş, aşağılanmış hissediyorum birden ve kendime ağız dolusu sövüyorum.
Bırak inceldiği yerden kopsun, herkes hak ettiği gibi yaşasın, sen de dön aynaya, kendi mutluluk resmine, işine bak diyen bir sesle boğuşuyorum.
Hem gülüyorum ağız dolusu, hem sövüyorum ana avrat. Belki öyle sövmesem, böyle de gülemeyeceğim.


Neylersin… Dünya halleri işte…