DURSUN AKÇAM’IN EDEBİYATÇI KİMLİĞİ

Kültür ve sanat, insan imgelem gücünü doğrudan etkileyen, düşünce ve dil dünyasının belirlenmesinde derin izler bırakan eylemliliklerdir. Edebiyat yapıtının bağlamsal çağrıştırmaları ve retorik arka alanı, bireyin yaşamı algılama, yargılama, kavrayış öğelerinin oluşumunda belirleyici bir rol oynar... Aynı zamanda bilginin yapılanmasında, tekilden tümele, tümelden tekile akan us yürütme alanlarının gelişmesinde yol gösterici olur. Başka bir deyişle, toplumsal geleceğin düşünsel temelleri kültür ve sanat üzerinden atılır, diyebiliriz…

İtalyan edebiyat sosyoloğu Franco Moretti şöyle diyor: “Edebi sözün değer-biçici ve okuru inandırmaya yönelik olma karakteri, kendini en açık edebiyat eleştirisinin retorik geleneğinde en iyi bildiği alanda, yani başta ‘şiirin kraliçesi’ eğretileme olmak üzere, mecaza dayalı ‘söz sanatlarında’ belli eder. Söz sanatları, söze takılmış ‘estetik süsler’, inandırma stratejisinin iyice silikleştiği, hatta kaybolduğu noktalar olmak şöyle dursun, tam tersine, betimleme ile değerlendirmeyi, yani ‘olgulara dayalı yargılar’ ile ‘değer yargılarını’ bölünmez bir bütün olacak şekilde kaynaştırmaya yarayan benzersiz mekanizmalardır. Yine La Logique du Port-Royal’den alıntı yapacak olursak: ‘Mecazi ifadeler, düz ifadeden farklı olarak, konuşanın yöneliş ve tutkularına işaret eder; böylece sadece çıplak hakikati vurgulayan basit ifadenin tersine, ruhta şu ya da bu fikrin izini bırakır.’” (Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, s 13)

Moretti’ye yazınsal imgelem üzerine söyledikleriyle Octavio Paz da katılır. “İmgelem duyu verilerinin nesnelerini anlağa yansıtır ve sunar. İmgelem bilginin koşuludur. Onsuz algılama ile yargı arasında bir bağlantı olamazdı. (…)  İmgelem ‘bir oluş biçimi’dir: Artık yalnız bilgi değil, bilgeliktir.” (Octavio Paz, Çamurdan Doğanlar, s 57) 

İnanç ve ibadetin de bir gösteri aracı durumuna getirildiği, kültür ve sanatın da aynı doğrultuda piyasalaştığı günümüzün gösteri toplumunda, en uzak dağ başındaki evin başköşesine kadar yerleşmeyi başarmış televizyonların yönlendirdiği, marka, olgu ve mal sağanağı altında, bir tür baskılanmış ve yukarıdan belirlenmiş imgesel yaşam içinde, kendi yaşamının edilgen bir izleyicisi durumuna gelmiş insan öznenin, birey olarak kendi geleceği üzerine sağlıklı, özgür kararlar alabilmesi olanaksızdır. 

Klonlanmış kuşaklar çağını yaşıyoruz gibi bir söylem, bugünün kültürel durumunu anlatmak için çok da aykırı kaçmayacaktır…

Batı’dan gelen Şarkiyatçı kültürel saldırılarla kitlelerin emperyalist politikaların ardına taktırıldığı, uygarlıkların, milletlerin, halkların birbirine düşman edildiği böyle bir ortamda yaşarken Dursun Akçam’ın sanat ve yazın anlayışı üzerine konuşmak çok anlamlı olacaktır. 

Dursun Akçam Kuzeydoğu Anadolu’da yüzlerce yıl birçok kavime Anadolu’ya geçerken ev sahipliği yapmış, değişik kültürleri, dilleri konaklatmış, bugüne kadar bağrında, bir arada yaşatmış Kafdağları yazarıdır. Son kitabı Kafdağı’nın Ardı ile kendi imgesel yerini de işaret etmiş gibidir. Bir ayağı insanlık tarihinin en eski dönemlerine basan epik ve mitolojik öğelerde, bir ayağı geleceğin kardeşlik, barış ve gönenç toplumu üzerindedir. Akçam yazını hem tarihsel, hem devrimci bir temele dayanır.    

Sözümüze başlarken, Dursun Akçam ve diğer Köy Enstitüsü kökenli yazarlarla grotesk halk kültürü kullanımı açısından önemli koşutluklar içinde bulduğumuz Batı ortaçağını kapatan Rönesans romanının kurucusu sayılan Rabelais üzerine yapılmış bir değerlendirmeyi anmakta yarar vardır. “Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Başından sonuna kadar romanın tamamı, yazıldığı zamanın hayatının ta derinlerinden çıkıp yeşermiştir. Rabelais’in kendisi de o hayatın bir parçası, o hayata ilgi duyan bir tanıktır.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 471)

Dursun Akçam ve enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe öğeler barındırırlar; kendi anlatımları ve söylemleri için de biriciklik taşır. Aynı zamanda Anadolu kırsalına uzanmış ortaçağa ait sorgulanamaz inanç sömürüsüne dayalı söyleme karşı halk kültürünün muhalif ve gülmeceye dayalı duruşunu güncele ulaştırıp ölümsüzleştirir. Bahtin şöyle diyor: “Rabelais’nin imgelerini daha çok halk kültürüyle ilişkileri içinde inceledik. İlgilendiğimiz şey, bu kültür ile resmi ortaçağ kültürü arasındaki temel mücadeleydi.” (Mihail Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 471)

Batı’da Rabelais, ülkemizde Köy Enstitülü yazarların çözümlenmesi, ortaçağın tartışılmaz kutsal metinlerine ve korkuyla yaratılmış hem dünyevi hem semantik hiyerarşik yapısına karşı nasıl bir işlev üstlenmiş olduklarını da anlamamıza yardımcı olur. “Ortaçağ insanını en fazla etkileyen, gülmenin korku karşısındaki zaferiydi. Bu, yalnızca Tanrı’nın gizemli terörü karşısındaki bir zafer değildi, doğa güçlerinin uyandırdığı huşu karşısında ve her şeyden çok da, kutsanan ve yasaklanan (‘mana’ ve ‘tabu’) her şeyle bağlantılı baskı ve suçluluk karşısında kazanılan bir zaferdi. (M. Bahtin, Karnavaldan Romana, s. 110)

Köy Enstitülülerin Baba Tonguç’u, “Biz Anadolu’da korkuya karşı savaşıyoruz” diyordu. Dursun Akçam, yerel dil kullanımı, dil çeşitlilikleri, bir dilden diğerine, bir kültürden diğerine akışları didaktik bir biçimde görünür kılarak, kimi kutsal ve hiyerarşik anlayışları, kavramları sorgulanabilir duruma getirir. Halk kültürünün gülmece gücüyle şenlikçi, barışçı bir atmosfer oluşturur. Bu anlamda bir tür farkındalık üretme çabasına girer.  

Bir yandan kardeş ölüsünün getireceği ekmeğin hoşluğuyla yaratılan ironik-gerçekçi ciddiyet (Ölü Ekmeği- öykü-), bir yandan her konuşanın bir diğerini kışkırtarak gerçeğe çağırdığı anakrizisin, değişik görüşlerin yan yana sergilendiği sinkrisisin alanıdır Akçam metinleri.

Köy meydanları, cami önleri, bakkal dükkânları Sokrates’in ünlü Atina Pazar meydanları gibi halkın toplanarak kıyasıya tartıştığı, herkesin birer ideolog kesildiği kan toplumuna ait şenlik alanlarıdır. Köylüler sürekli tartışma içindedirler. Tartışmalarda kutsal olana da dil uzatılır, söz esirgenmez. “Hakikat sınamacığılı” tüm anlatılar boyunca sürer gider. Kahraman ve karakter adları bireyi nesneleştiren, biçimleyen simgeler değil, genel bir şenlik imgesinin parçalarıdır:

Örnek oLarak ele alınabilecek Kanlıderenin Kurtları’ndaki kahramanlar lakaplarıyla çağrılan örnek karakterlerdir. Turizmeci Cimşit: Yoksul Çeşmir köyünde, komşu köye zaman zaman gelen turistleri gezdiren Mustafa’ya özenerek kendisini turizmci olarak duyurmuş bir garip köylüdür.

Gurbetçi: Zonguldak kömür ocaklarında çalışırken verem olmuş, zor soluyan yoksul bir köylü.

Bozkurt Bozdoğan: Belde’deki Şahlanış gazetesinin sahibi, Bekir Bey’in ve belde iktidar partisi başkanı Feramuz’un ortağı.

Allahın kızı Maviş: Altmış yaşına kadar evlenmediği için Allah’ın kızı diye anılır. Adı nedeniyle sık sık tartışmalar çıkmaktadır.

Cenkçi: Köyün savaşlara katılmış en yoksul insanıdır. Durmaksızın seferberlikten, askerlik anılarından söz eder ama bu anıların gerçeklikle ilişkisi bilinmemektedir.

Kaz Ümmet: Sıradan bir köylü.

Hafız Kaya: Hem kendisi hem de karısı nüfusta kadın olarak kayıtlıdır. Bu nedenle askerlik yapmamıştır. Köydeki İman Cephesi Başkanı İmam Kuddusi’nin yardımcısıdır. Piyasayı düşürüp ucuza Kuran okuduğu için Kuddusi tarafından pek sevilmez.

Cinci Emoş: Köyün ünlü üfürükçüsü.

Tumturak Soyluoğlu: Yöreye gelecek olan devlet bakanı.

Batı Rönesansı’nın ana yapıtlarından olan Rabelais romanı ile Dursun Akçam ve enstitü kökenli yazarlarımızı yakınlaştıran diğer bir özellik de halkın konuşma dilini anlatının ana yörüngesi olarak tutmaları ve biçemsel olarak takma ad karşısındaki tutumlarıdır.

“Rabelais dil öğelerinin büyük kısmı, sözlü kaynaklardan alınmıştır; bunlar, halkın basit hayatının derinliklerinden süzülüp gelen saf sözlerdir.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 491) “Burada Rabelais’in sözlü biçeminin dikkat çekici bir özgüllüğüne değiniyoruz: Onun özel ve cins adları arasında, modern edebi biçemde görmeye alışkın olduğumuz gibi kesin bir ayrım yoktur. Bu, özel ve cins adları ayıran çizgilerin belirsizleşmesinin, övgü-sövgünün bir takma ad altında ifade edilmesi gibi bir amacı vardır. Başka bir deyişle, eğer bir özel ad, sahibini niteleyecek şekilde açık bir etimolojik anlama sahipse, artık bir özel ad olmaktan çıkar, takma ad olur. Bir takma adsa asla tarafsız olamaz, zira anlamı, olumlu veya olumsuz olsun mutlaka bir değerlendirme barındırır.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 493)

Dursun Akçam’ın kuttörelerden, oyundan, oyunculuktan gelişmiş çoğul dili, geniş bir tarihsel derinlik taşır. Şaman geleneklerine, kan toplumuna kadar uzanır.

“Güneş ateşten kamçısını vura vura Emirdağ’ın başına bindi. Değirmileşti, kızardı, devrildi gitti. Gölgede toprak soluklandı. Börtü böcek canlandı” (Kanlıderinin Kurtları, Arkadaş Yayınevi’nde 1. Baskı, 1999, s.12).

Kamçı, ateş, at, şaman kuttörelerinin vazgeçilmez öğeleridir.

Roman boyunca, özdeyişler, Dede Korkut dili anlatıya yedirilerek işlenmiştir.

Halı yastığına dal verdiler” (s. 38)

“Kork abrilin beşinden, öküzü ayırır eşinden”

“Ak duvağın başı karlı dağlarca olsun.” S. 223

“Onursuzlar dirisinden cenk meydanında er ölüsü yahşıdır.” S. 223

“Öz başına özgensin balam.” S. 223

“Fukaranın ektiği bitmez, dürttüğü biter.” S. 418

“Söyle canım, okunu attın, yayını saklama.” s. 432

Yağmur duasına çıkmış köylüler Kepçehatun bezetmesi için eski bir ahır süpürgesi kullanılmıştır. Süpürgenin kendisi zaten şenlikçi bir öğedir (Rabelais ve Dünyası, s. 299; Korkunç İvan’ın feodal kastlara karşı mücadele eden Opriçnina adlı, hiyerarşi karşıtı askerlerinin sembolleri de süpürgedir)... Ayrıca ahır süpürgesinin kullanılmasıyla, hayvan dışkısı, süpürgeye katılmış ikinci bir karnavalcı öğe olarak anlatıda yer almaktadır.

Edebi metinlerin ana özelliği olan dilin ve bildirimin kendine dönük yüzü, dile özgü bir farkındalık yaratma çabası, iki dilin birden metinde görünür kılındığı durumlarda daha da belirgindir. Aynı zamanda “oyuncu dil kullanımı” ve gülmece öğesi öne çıkmıştır.