TÜRKİYE, BÖYLE NEREYE?...

İkinci haberde Londra’da düzenlenen “Fethullah Gülen” konulu uluslararası konferanstan söz edilmektedir. ABD ve İngiltere’den çeşitli üniversite öğretim üyelerinin konuşmacı olarak bulunduğu konferansa Türkiye’den, Bilkent Üniversitesi’nden katılan George Harris ili ABD John Carrol Üniversitesi’nden Zeki Toprak’ın adları dikkati çekmektedir. “Bizden” birisi bir ABD Üniversitesi öğretim görevlisi olarak, “onlardan” birisi de bir Türk Üniversitesi’nin temsilcisi olarak toplantıda karşılaşmışlardır. Bu adlar, belli güç odaklarının desteklediği kültürün ulaştığı sınırtanımazlığı vurgulayan birer sembol gibidirler.  

Konferansın açılış yemeğine lordlar, milletvekilleri, bakanlar ve medya yöneticileri katılmışlardır. Konferansın konu başlıklarından birisi de “Gülen ve Sosyal Sermaye Olarak İslam”dır. Evet, yanlış okumamaktayız! 

F. Gülen ve İslâm, bizi çok seven Batı emperyal dünyası için birer “Sosyal Sermaye”dir…

Bir gün sonraki gazetede haberler daha da ilginçleşerek sürmektedir. YÖK, tam 40 gün önce “Anayasanın 130. maddesi ile 2547 sayılı “Yükseköğretim Yasası ve diğer ilgili mevzuatı ihlal ederek, yüksek öğretim alanında yasadışı eğitim kurumu kurmak ve bu suretle menfaat temin etmek suçunu işleyen”, “türbanlı Amerikan Üniversitesi”ni İstanbul Valiliği ve İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunarak bildirmiştir ve herhangi bir işlem yapılmamıştır. 

Türkiye’yi bir “müstemleke” olarak gören Batı’yı kınamak çok da doğru olmayacaktır… 

Neyse ki, bir yasa kuruluşunun, YÖK’ün yapamadığını gazete haberi yapacaktır… Haberden yaklaşık on gün sonra, Alfred Üniversitesi’nin tabelası indirilmiş ve bu yerin bir dil kursu olarak işlevini sürdüreceği duyurulmuştur. 

Yürütme ve yargıdaki kimi değişikliklerin bu sürece epeyce katkı sağlayacağı ve gelecekte kimi densiz ve “münâfık” gazetelerin, tâ ABD’den gelmiş “demokrasi üniversiteleri”ne karşı böylesi terbiyesizlikler yapmalarına izin verilmeyeceği sanılmaktadır.

Londra’da Lordlar Kamarası tarafından düzenlenen “Fethullah Gülen” konferansına  iki AKPli milletvekili de katılmaktadır!...

Haberler sürüyor… 2 Kasım 2007 günü birçok haber ajansı ve NTVCNMC’de yer alan başka bir haberde de türbanlı bir Türk kızının serüvenlerinin Almanya Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde kitaplaştırılarak okullara dağıtılacağını öğreniyoruz. 

Kitabın kahramanı Andi adlı bir Alman çocuk, onun kız arkadaşı ise Ayşe adında türbanlı bir Türk kızı. Andi’nin ilk serüveninde, Ayşe’nin erkek kardeşi Murat’ın aşırı İslamcı çevrelere çekilmeye çalışılması hikâye ediliyor.
Aşırı dinci Harun karakteri tarafından kandırılan Murat, yabancı ve Müslüman olduğu için ayrımcılığa uğradığına inandırılıyor. Kitabı hazırlayan Alman dostlarımız böyle bir ayrımcılığın olmadığını söyleyemezler. Ayrımcılık, kendi tutumlarında da çok açıkça gözükmektedir… Çünkü onlar, Türk kızına türban giydirmişlerdir! Oysa ki, Türkiye’de eğitim aşamasındaki tüm genç kızları başı henüz açıktır! 

Harun, bir süre sonra Murat‘a, başka dinden gençlerle arkadaşlık kurmaması, basketbol oynamaması, kardeşi Ayşe’ye Andi ile sinemaya gitmemesi için baskı yapmakla kalmıyor; Murat’ı köktendinci bir şeyh ile de tanıştırıyor. Şeyh de Murat’ın beynini cihad fikriyle yıkamaya çalışıyor.
Çizgi romandaki akıllı ve dindar Ayşe karakteri, Alman anayasası ve demokrasisini tanıyan örnek bir Müslüman olarak gösteriliyor! Ayşeciğimiz, Türkiye toprakları için de Batılı dostlarımızın özlemle bekledikleri ve egemen kılmaya çalıştıkları bizden birisini de canlandırmaktadır elbette.
İlk olarak 17 bin adet basılıp dağıtılan 38 sayfalık kitapta laiklik, Batı düşmanlığı gibi konularda açıklayıcı bilgiler de bulunuyormuş... Çizgi-romanı, Hamburg eyaleti de okullarda dağıtmak için heyecanla sırasını bekliyormuş. 

Batı dünyasının görmek istediği, iktidarıyla al gülüm ver gülüm çıkar ilişkileri içinde bulunacağı, “tesettürlü kapitalizm”in sendikasız, sigortasız insanlara ibadet itaatkârlığıyla baş eğdireceği, toplumu koyun sürüsüne dönüştürüp yönetmeyi düşündüğü Türkiye fotoğrafı budur!

Gazetelerden sürdürelim…. “Tersanede ölüme isyan!” başlığı atmış gazete. En ağır koşullarda çalışan, on iki günde tam beş kişinin iş kazaları nedeniyle öldüğü  yirmi beş bin Tuzla Tersanesi işçisinden yirmi bini sigortasızmış (3 Eylül, 5 Eylül 2007, Cumhuriyet)!... 20 Kasım 2007 günkü gazetelerden: Tuzla Tersane’sinde iki ölüm daha!...

Bir de aydınlarımızın tartıştıklarına, parti liderlerimizin birbirine saldırırken tozu dumana kattıkları söylemlere bakın… Ne soygun kalmış ülkede, ne sömürü, ne de gün be gün ortalığı kaplayan ortaçağ karanlığı… Ne gam… Bizim finans-kapital gazetelerinde birer köşe, mecliste birer sandalye kapmış “sivil demokratlarımız” çok daha başka önemli işlerle uğraşırlar. 

Kendisini “demokrat” sanan Zafer Üskül beyimiz, Amasya’daki dinci baskı nedeniyle TBMM “İnsan Hakları Komisyonu Başkanı” olarak yaptığı inceleme sonucu, Anadolu Kız Meslek Lisesi yemek salonunu Ramazan ayında kapalı tutan, öğrencileri toplu namaza yönlendiren okul yöneticilerini savunmaktadır! Çocuk yaştaki kızlara, gelişme devrelmerini yaşayan bu gencecik insanlara baskı yapan okul idaresi değil, arkadaşları imiş! 176 öğrenciden 150’si oruç tutuyormuş! Zaten Türkiye’deki tüm bu geriye doğru gidiş ve dönüşlerin sorumlusu da halkımız değil midir? AKP’nin, okul yöneticilerinin ya da Üskül beyimizin ne günahı var ki canım? Cumhuriyet’in kuruluşundan 84 yıl sonra ortaya çıkmış bu dindar okul gökten zembille inmiş, ya da halkımız tarafından yapılıp, halkımız tarafından yöneticileri atanmış olmalıdır! Bir zamanlar Köy Enstitüsü isteyen halkımıza İmam-Hatip okulu açarak hizmet götüren iktidarlarımız da en az Üskül kadar “demokrat” idiler.  

“Çok demokrat” Ertuğrul Günay’ın başında bulunduğu Kültür Bakanlığı’nın, tüm etkinlikler gibi Berlin’de yapılan “Mevlâna Anma”sını da Kuran okunan ve dualara çağıran bir dinsel gösteriye dönüştürdüğünü Adnan Binyazar’ın 27 Kasım 2007 tarihli Cumhuriyet yazısından öğreniyoruz.   

“Şarkiyatçılık” yapıtının yazarı Edward Said, Türkiye’nin son yıllarını görmeden öldüğü için mezarında ne kadar çok huzursuzdur şimdi! Ne kadar çok “Şarkiyatçı” malzeme akıp gidiyor gözümüzün önünden…  Ve bizler, yeryüzünün ilk büyük antiemperyalist Kurtuluş Savaşını vermiş bu ülkenin aydınları, “sivil demokrasi” adına tüm bu onursuzluklara, kültür ve politika dayatmalarına karşı kayıtsız kalmayı, seçenek üretememeyi sürdürüyoruz…

Aslında Napolyon devrinden bu yana yabancı değilizdir Batı dünyasının benzeri uygulamalarına. 1798 yılında Mısır’ı işgal eden Napolyon İskenderiye’de “en büyük Müslüman benim” dememiş, El Ezher Üniversitesinden altmış öğretim üyesine Fransız “Büyük Ordu” nişanı vermemiş ve Napolyon’un konuşmaları Kuran Arapçasına çevrilerek tüm Mısır’a dağıtılmamış mıydı?

Şimdilerde başımıza “ılımlı İslamcı” çuvallar hazırlamayı sürdüren Batı dünyası “terörcü İslam”dan da hiç yakınmasın… Amerikalı üniversite araştırmacısı Joan DIDION, Irak savaşından aylar önce, Kasım 2002'de New York Halk Kütüphanesi'nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: "1980'lerin başlarında, Washington'da gerçekleşen Muhafazakâr Siyasal Eylem konferansının 'Sovyet İmparatorluğu'nu Geri Püskürtmek' konulu bir oturumuna katılmıştım. O günkü konuşmacılardan biri olan Jack Wheeler adında bir tür maceracı-ideolog, Mücahitler denilen Afgan özgürlük savaşçılarının yanından yeni dönmüş olduğundan bahsedip duruyordu. 'Bir İslâmi dirilişi başlatmak için' Sovyetler Birliği'ne gizlice Kuran nüshalarının sokularak (Sovyetlerin) 'bin yerinden kesilerek öldürülmesini önerince ayakta alkış aldığını anımsıyorum”  (Joan DIDION, "Sabit Fikirler ya da Tarihin Dönüm Noktası" başlıklı yazı, Varlık, Nisan 2003). 

Amaç, “ılımlı İslam”la “terörcü İslam”ın önünü kesmekten çok bu “İslam”ı kullanarak Doğu toplumunu kullaştırmak, parçalara ayırmak, İngiliz tarihçi Tynbee’nin deyimiyle “Batı modernitesini Batı’ya karşı kullanan Doğu güçleri”nin önünü kesmek, Doğu dünyasını “ikinci sınıf” inanç ve kültürlere ait toz duman içinde bir yeryüzü parçası olarak tutma arzusudur. Ayrıca Batı’nın bu “terörcü İslam” yakınmasının da çok içtenlikli olduğu inancında değiliz… Doğu’da böyle “gözüdönmüş”, geri bir kültüre ait büyük tehlikeler olmasa, Batı’daki “demokrasi kahramanları” şiddet ve savaş politikalarını nasıl yürütecekler, savaş sanayini nasıl ayakta tutacaklar ve böylece “geri” kültürlü ülkelerin ellerinde bulunan doğal kaynak bölgelerini işgal etme hakkını kendilerinde nasıl bulacaklardır? 

Tüm Ortadoğu Enstitüleri’nin de, Türk aydınlarına Amerikan üniversitelerinde tanınan doktora ayrıcalıklarının da, verilen ödüllerin de, türban ve İslam sevgisinin de arkasındaki rasyonel aklı yaratan felsefe bu değilse nedir? 

Haberlerden sonra geçiyoruz sokak gösterilerine… Yönetimdeki iktidarımızın da destekçisi olan ABD tarafından silahlandırıldıkları ve desteklendikleri çok açık bazı güçler, on beş askerimizi birden şehit ettiler… Birdenbire, daha öncekilere hiç benzemeyen bir öfke tepkisi, hatta çılgınlığı doğdu ülke çapında. Türkiye’nin altı üstüne geldi birkaç gün içinde. İlkokul çocuklarına varıncayadeğin insanlar sokaklara döküldü. Bursa ve bazı kentlerde Kürtlere ait işyerlerine saldırılar oldu, dükkânlar yağmalandı.

Kendi gözümle de gördüm: ilkokul çocukları bir elleriyle kurt işareti yaparken “Ya Allah Bismillah, Allahü Ekber” diye bağırıyorlardı. 

Öldürmelere, kıyımlara karşı en insanca ve çocukça öfkelerini göstermek için sokağa çıkmış bu çocuklara, bugün, Mustafa Kemal’in bu ülkede bir zamanlar ezanı Türkçe okutmuş olduğunu söyleme olanağı kalmamıştır. Dün Mustafa Kemal’i Selanikli olmakla suçlayanlar, Cumhuriyet iktidarına karşı Alman faşistleriyle bir olup ülkeyi savaşa sokmak için komplolar hazırlayanlar, bugün hiç utanmadan “Bozkurt Atatürk” deme yüzsüzlüğünü gösteriyorlar. Bu gerçekleri anlatacak bir tarih bilinci de kimsede kalmadı neredeyse…

Çocuklarımıza onlarca yıl önce eğitmenlere verildiği gibi, “Suyu Dua Bulmaz, Fen Bulur” başlıklı dersler verilemeyecektir artık… 

ABD ve AB’nin temellerini attığı “Milliyetçi-İslamî öfke” Türkiye’yi bir kardeş kavgasına doğru hızla sürüklemektedir. 

Tüm bu numaraları çekip çeviren, ABD’deki Ortadoğu Enstitüleri’nde kültür ve giyiniş biçimi yaratıp bizlere ihraç eden emperyalistlerse, akıtılan kanın sorumlusu olan ellerini yıkamış, çubuklarını yakmış, keyifle izlemektedir buralarda olup bitenleri…

Arapça verilen selamlar, her dakika başı “hayır” anılarak yapılan iletişimle, tekil ve Sünni İslâmî söylemin genç kuşakların kemik iliğine kadar işlemesi kaçınılmazdır. Oldukça “popüler-Batıcı” kültürel bir politika izler gibi görünen SHOW Tv de izlediğim bir yarışma programında, her konuşmacı bir ya da iki tümcelik konuşma süreleri içinde en az üçer beşer kez “İnşallah” ya da “Maşallah” sözcüğünü kullanmaktaydı! Tüm olmuş bulananlar ve olacaklar, bir tür “kumar”ı andırır bir yarışma programında bile, Allah tarafından yürütülmektedir! İngiliz düşünür Terry Eagleton’u anmadan edemiyor insan: “…emperyalizm, kendini yalnızca hava üslerinde, şirket bilarçolarında değil, aynı zamanda konuşma ve anlamlandırma sistemlerinde de gösterir” (Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, İkinci Basım 2004, s. 259).

Bir süre sonra, bu ülkede, eleştirel aklını önde tutarak yaşamak isteyenler, karşılarında konuşacak kimse bulamayacaklar. Türkiye, ya içinde emperyalist ajan ve orduların cirit attığı Irak’a, Ürdün’e, Filistin’e benzeyecek, ya İran’da, Suudi Arabistan’da olduğu gibi, iktidarın koşulsuz despotluğunda ezilen bir ortaçağ ülkesi durumuna gelecektir. 

Sıkı durun Türkiye’nin halkçı, devrimci, bağımsızlıkçı karakterli, özgür düşünceli, onurlu yurttaşları… Safları daha da sıklaştırın; Köy Enstitülüler, onların çocukları, torunları, onların aydınlığında yetişmiş dostlarımız, ağbi, abla, kardeş, bacılarımız… 

Bundan sonrasında daha çok iş, daha çok düşünmek, daha çok davranmak düşüyor bize!... İnanın, bizler bir adım daha öne çıkmadan, gidilecek yolu aydınlatacak ışıktan hep yoksun kalacak bu ülke.


 

alperakcam@gmail.com