MAHSUNİ ŞERİF / OZANIN ÖLÜMÜ*

Bizim Kiziroğlu Mustafa Bey'lere, "Atlı Kaydası"lı, Kazaskalı, Kaf Dağları'nın yiğitlemesi, kavgacılığı ağır basan tarzımıza çok uymasa, benzemese de, insanı kendine çeken alıp düşlere götüren ayrı bir tınısı, ayrı bir yanıklığı olmuş o ilk kez tanıştığımız sesin. Öğretmen okullu akrabamız yeni almış plakçalarını. Bir küçük tahta çanta dolusu da plak; çoğu Mahsuni'den... 

Ya da sonraki yıllarda hekim adayı olarak geçici görevle gittiğimiz; sıcağıyla, kavruk ve müthiş dirençli karayağız insanıyla tanıştığımız Bingöl ili Genç ilçesi akşamlarında, 12 Mart muhtırası sonrasının kaçak göçek dinlenen dizelerinde, türkülerinde hem acının, hem isyanın, ikisinin birden ses verişini yaşamışız. Murat Çayı boylarında, yoksul dağ başlarında; "Erim Erim Eriyesin...", "Erim gitti Melen geldi/ Sanki derdim bilen geldi..." 

O ses nereye gitsek izlemiş bizi. Biz de onunla olmuşuz elbet. Raslantısal karşılaşmalarımız olmuş toplantı salonlarda, televizyon karecamlarında. Bir tek ânını bile kaçırmadan izlemeye, bellemeye, içmeye çalışmışız. 

O bildik korku, tedirginlikle yaşamışız bir yandan... Bir değerin, bir yüce sesin, bir kilit vurulamaz dilin, yüreğin daha sesiz sedasız aramızdan çekip gideceğini düşünmüş, onsuz kaldığımızda duyacağımız yetimliğin sezgisiyle kavrulmuşuz. 

Kırıkkale Tınaz İlkokulu salonunda Âşık Veysel'i dinlediğimiz günler gelmiş usumuza. Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin çabasıyla,omuzlamalarıyla, görmeyen göz çukurlarında bin yıllık halk ruhunun derinliğini taşıyan Veysel okulları geziyor. Eğitimsiz, kitapsız, kalemsiz yetişmiş bir ozanın dünyayı kavrayış gücü, bilgeliğiyle büyüyor çocuk gözlerimiz. "Karnın yardım kazmayınan belinen/ O yine karşıladı beni gülinen..." Aynı Veysel, Ankara İççebeci Uzun Gemiciler sokakta biz çıktıktan sonra da ısrarla bombalanmaya devam edilen evimizin kapısına varıyor bir gün. Alt kat komşumuz, Veysel'le ilgili tek siyah seyaz film çekimini başarmış değerli ağabeyimiz, o dönem TRT çalışanı Erdoğan Alkan'ın kolunda... Veysel'i dinliyoruz. 

Onlarca yıl sonra yazgımıza uymuş, Bursa'da, türkü dinlemeye varmışız bir yere; olacakları bilir gibi... Türkülerle içimizdeki acılar, anılar depreşiyor. Veysel'in, o koca ozanın 1973 yılında çekip gidişini, kara toprağın, nergislerin, sümbüllerin sahipsiz, boynu bükük kalışlarını anıyoruz. Nedense art arda Mahsuni türküleri geliyor aklımıza; istiyoruz. Bilebildiği kadar sunuyor bize genç türkücü Mahsuni'yi; yüreğimizin bir köşesinde bir yumruk hep sıkılı. "Ah" diyorum, yanımdaki dostuma "şöyle yetkili, etkili bir yerde olsam, şimdi yaşayan ama bu ölümlü dünyada değerleri yeterince bilinmemiş üç insan var; onları bir araya getirir; doyasıya söyletir, söyleşir, dinlerdim" ve sayıyorum o üç adı; Âşık Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Neşet Ertaş... Daha üç beş gün geçmeden duyuyoruz uzaktaki çığlığı; Mansuni ayrılıyor aramızdan!

Anadolu insanının kendi konuştuğu dili yazıya dökebilmesinin, yazıyı kendince öğrenebilmesinin üstünden değil bin, değil yüz, on yıllar geçmiş henüz; toplumbilim açısından "hiç" denebilecek kadar kısa bir zaman kesiti... Yazı yok bizim geçmişimizde. Bizim geleneğimizdeki sestir, sözdür; ezgidir... Sesle, sözle direnmişiz yüz yıllara... Yazı, yerleşik toplumun, antika medeniyetin malıymış. Yazıyı varsıllığını bilmek, malını değişmek için oluşturmuş yerleşik toplum; antika medeniyetin mal bekçisi yazıcısı kullanmış onu. At üstünde dünyayı gezen yazı bilmez göçer atamızı hem çekmiş, çağırmış üstüne, onun kılıcıyla açmış ticaret yollarını, hem, insanlığına, birbirini yoldaş bilmesini, herşeyini paylaşmasını kıskanmış,  kötülemiş bileğini bükemeyince; barbar demiş, yerden yere vurmuş... Hâlâ silmeyi başaramamışız Bizans'ın, Arap derebeyliğinin olmadık bezirgânlığının üzerimizdeki saldırgan ve aşağılayıcı tanımlamalarını. 

Yazı bizim harcımız, elimiz, kolumuz olmamış hiç. Bir telli tara, bağlamaya, dilsiz kavala vurmuşuz serüvenimizi. Oradan ses vermişiz kendi içimize ve dış dünyaya....

Elinde sazı, el el, ova ova, dağ dağ insana insan olmanın erdemini anlatmış Dedem Korkut bilgeliğinde ozanlar yetiştirmişiz. Ama ne ozanlar... Salt bir türkücü, bir söz, ses ustası değildir onlar. Birer bilgedirler. Söz yerindeyse içinde yaşadıkları toplumun nabzını tutarlar bir elleriyle. Seslerinde yüz yıllık, bin yıllık ruhu dillenir halklarının, soylarının. İnsanın içine içine vurur sözleri. Birer "kam", birer "şaman"dır onlar; filozofturlar. Toplumun felsefesini çözmüşler, yaşamın gerçekliğini baldıran zehiri içmeden kavrayabilmişlerdir. Yunanlı, antika medeniyetlerin diğer sınıflı toplumlarının, yazıyı öğrenmiş insana uğrattığı o karamsar, kötümser hava da yoktur bizim filozoflarımızda, ses ustalarımızda.  Hâlâ göçerdir onlar, duru sular kadar temiz, çocuk... Coşkuları, isyanları, çözümlemeleri ağır basan birer halk önderidirler. 

Kamusal olana, topluma ait olana öyle bir ses, öyle bir hava katmayı başarmışlardır ki, özgün ve benzersiz olmaya ulaşmışlardır. "Haydar Haydar"ı Ali Ekber Çiçek'ten dinlememişseniz, hiç dinlememişsiniz demektir. O ustayla da yıllar önce Edremit geçici görevi sırasında karşılaşmıştım. Ankara Ufuktepe'sinde, bir varoş köşesinde sıla özlemi ve köklerinden ayrı kalmanın acısını Ali Ekber'in sesiyle gidermeye çalışan rahmetli köylü amcamı anlattım kendisine. Yanı başına oturdum. Amcamın türkülerini, benim sevdiklerimi art arda çaldı söyledi; sıra, makam tanımadan... 

Neşet Ertaş'la hiç karşılaşmadım. Onda da diğer iki ozanımızın derinliği, bilgeliği yaşar. Yüreğiyle söyler, kendi sesi değildir duyduğunuz; o ve o tür insanlarda tüm Anadolu, on milyonlar ses verir...

Sayıyı arttırabilmek, başka adlar üzerine de tartışabilmek olası. Şimdilerde türkü söyleme, türkü dinleme oldukça yaygın. Ama bir sanatçı için o bilge tavrı, o derin özü, halk tözünü kavramak günümüz görsel çağında çok zor. O olgunluğa, erdemliliğe aday başka seslerimiz de elbet var ama onu gelecek günlerde göreceğiz. Yine de bir Arif Sağ, Bir Musa Eroğlu'nu da böyle bir yazıda anmadan geçmemeliyiz.

Sonuçta o çok duygulu olduğum gece andığım üç yıldızdan biri kayıp gitti avuçlarımızın içinden. Mahsuni Şerif aramızda değil artık. Koca bir halkın, yüz binlerin, milyonların tarihini, içindekini seslendiren bir insanı yeterince anlayabildik, ona gereken saygıyı gösterebildik mi acaba? Hiç sanmıyorum...

                         A. Alper AKÇAM

                    Eczacılar Sitesi, Çağrışan Köyü, Mudanya                    0 224 5663411, 0 532 7650723

*Bu yazı Adam Sanat Dergisi’nde Mahsuni’nin ölümünden sonra yayınlanmıştır.