KÜLTÜRÜMÜZDE ŞARKİYATÇILIK İZLERİ ve TORTUMLU KADINLAR

Şarkiyatçılık, kapitalizmin özellikle sermaye ihracına bağlı emperyalizm aşamasından ve iletişim olanaklarının hızla gelişmesi süreciyle birlikte, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal birçok çalışmanın bir araya geldiği bir düşünce ve davranış genişliği kazandı süreklilik ve çeşitlilik gösteren bilinçli ve öngörülebilir bir politika olarak bütünleşti.  Edebiyat dünyasında da özgün örneklerle giderek genişleyen bir yer buldu.    

Şarkiyatçılığın tarihsel süreç içinde izlenip güncel örneklerle tanımlanabilmesinin en önemli koşulu, Edward Said’in de başvuru kaynağı olarak kullandığı Gramsci’nin “Hegemonya” ve “sivil toplum” kavramlarının hep göz önünde bulundurulmasıdır. Gramsci, “çağdaş burjuva toplumlarında ‘zor’u ‘rıza’ya dönüştüren kültürel başatlıktır” diyordu. Şarkiyatçı Batı’nın henüz burjuvalaşma aşamasına gelememiş Orta Doğu, Yakın Doğu ve Afrika halklarına “Zoru rızaya dönüştüren kültürel başatlık”için uzattığı temel araç, hegemonik söylem, İslamiyet olmuş, Batı, Doğu’yu İslamla özdeş bir kültür olarak yerinde saydırmanın ötesinde, deyim yerindeyse yeniden kurgulamıştır. Doğu toplumlarında, günlük yaşamda dinin yeri bakımından, Batı’ya içli dışlı olmasının öncesiyle sonrası arasında bir karşılaştırma yapıldığında, Batı’dan gelen Şarkiyatçı düşüncenin, Şark’ı bir din toplumu kılma doğrultusunda epeyce başarılı olduğu açıkça görülebilecektir. 

Şark ile İslam’ı özdeş kılma eylem ve etkinliğinin kökleri, Napolyon’un Mısır’ı işgal dönemine kadar uzanmaktadır. 2 Temmuz 1798 günü Mısır’ı işgal için İskenderiye’ye çıkmış Napolyon, Mısırlılar’a “nous sommes les vrais Musulmans” (biz gerçek Müslümanlarız) diyordu. Napolyon’un sözleri Kuran Arapçası’na çevrilerek tüm Mısır’a dağıtılmıştı. Arkasından El Ezher Ünivesitesinden 60 hocaya Fransız Büyük Ordu Nişanı verilecek, Mısır’ın kültürel geleceğini kuracak olan “Mısır’ın Tasviri” adlı 23 ciltlik dev eser Paris’teki Mısır Enstitüsü’nde Şarkiyatçı uzmanlar tarafından kaleme alınacaktı. Napolyon, kendinden sonrakilere de izlediği politik yolu aktarmayı ihmal etmeyecekti. “Napolyon vekili Kleber’e kendisi ayrıldıktan sonra Mısır’ı Şarkiyatçılar ile kendi yanlarına çekebildikleri Mısırlı dini liderler aracılığıyla yönetme talimatı verdi; başka bir siyaset fazla pahalıya patlar, akılsızlık olurdu”  (Edward Said, Şarkiyatçılık, s 92).

Batı’nın Doğu üzerindeki sömürgeci etkinliklerinin iki ayağından birisi Şarkiyatçı kültür adamlarının kaleme aldığı metinlerse, diğeri Doğulu din adamları ve dini liderler olacaktır. Batılı sömürgenlerin kendi halklarından büyük ölçüde gizledikleri kirli yüzü, ne yazık ki, “din” aynasında sırıtmaktadır!

Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı yapıtının girişinde konuşmalarına yer verdiği İngiliz devlet adamı Lord Balfour ve onun büyük övgülerle andığı Hindistan ve Mısır Valisi Lord Cromer’in 20. Yüzyıl Şarkiyatçı politikalarında büyük bir yeri vardır. İngiliz Başbakanlığı, İrlanda İçişleri Bakanlığı, İskoçya Bakanlıkları yapmış ünlü politikacı Lord Arthur James Balfour 13 Haziran 1910 günü Büyük Britanya Avam kamarasında konuşurken şunları söylüyordu: ““Şark milletleri kendilerini idare edemezler; mutlakiyet biçiminde de olsa Batı tarafından yönetilmeleri gerekir” (…)  bu mutlakiyetçi yönetimin bizim tasarrufumuzda olması hayırlı mıdır? Hayırlıdır derim ben” (Edward Said, Şarkiyatçılık, s 42-43)

1882 yılında Mısır’ı işgal eden İngiliz’lerin buradaki efendisi Cromer Lordu Evelyn Baring idi. 30 Temmuz 1907 tarihinde Balfour’un da katkısıyla elli bin sterlin emeklilik armağanı verilen, daha önce de Hindistan’da İngiliz Valisi olarak görev yapmış Cromer, 1908 Ocak ayında Edinburg Review’da yayınlanan makalesinde, “bağımlı ırk” kavramıyla tanımladığı Şark ülkelerinin yönetimi için başarısının “püf noktasını” şöyle açıklıyordu: “bağımlı ırkın halinden hoşnutluğunda, yönetenler ile yönetilenler arasında daha değerli ve –umulur ki- daha güçlü bir bağ bulmaya çalışmaktır.” (Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s 46).

Yönetenle yönetilen arasındaki en güçlü bağ, yoksul halkın tek umudu olarak kalmış kutsal inancından başka ne olabilirdi ki?

Türklerin Batılılaşma çabalarını gülünç bulan İngiliz Wilfrid Scawen Blunt ile Abdülhamit karşısında Panislamist kesilen yarı kaçık Cemaleddin Afgani’nin buluşmaları ve bir süre birlikte hareket etmeleri, Batılı aydınların kimi Şarklı Müslüman önderlerle kurdukları ilişkinin iç yüzünü açığa çıkaracak eski örneklerdendir. “Emperyalizmin, özellikle İngiliz emperyalizminin bu alandaki çalışmaları hayli yoğundur: Bir taraftan Lawrance aracılığıyla bir Arap milliyetçiliği doğsun diye uğraşır, öbür yandan belki de Efgani aracılığıyla bir Arap halifeliği davasını tutturmaya uğraşır. Halifelik Araplar’ın hakkı iken, Türkler tarafından ellerinden zorla alınmıştır, eğer Araplar İngiltere ile anlaşırsa halifelik onlara geri döner. Nasıl, ilginç bir sav değil mi? Efgani’nin bu savına ortak olan adam, Wilfrid Scawen Blunt adında bir İngiliz’dir.” (Attilâ İlhan, Hangi Atatürk, s 350) 

20. yüzyılda sahneye yeni oyuncular çıkmıştır. “1950’de Amerika’yı ilk keşfeden Said-i Kürdi (Norsi) olmuştu. Said-i Norsi, Amerika’ya yaslanabilmek için dinsizliğe ve komünizme karşı hareket adı altında ortak savaş önermişti. Kore’ye ‘beş binler Nur talebeleriyle’ savaşmaya gidilebileceğini belirten mektuplar yazmıştı. (…) 1953’te Bayar ve Menderes’e bir mektupla başvurarak, komünizme karşı Hıristiyan ve Müslüman dünyasının birlikte hareket etmesinin yararlarını anlatmaya çalışmıştı. Aradan yıllar geçtikten sonra, Said-i Kürdi’nin rüyası gerçekleşti ve onun talebeleri, Amerika’ya girmeyi başardılar. Katolik âleminin başı Papa ile dostluğu ilerlettiler.” (Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s 540-541)

Batı dünyasının ruhani önderi Papa XVI. Benedik’e göre, oldu olası ilerleme düşüncesine karşı olan Türk ve İslam düşüncesinin Avrupa Birliği’nde yeri olamaz… Papa, papalık öncesi, Kardinal Ratzinger olarak yaptığı ünlü Bavyera konuşmasında bu konuya büyük yer verir. Papa’ya göre, 1789 Fransız Devrimi ile, devlet, Tanrı düşüncesinin dışında, seküler anlayışla hareket eden bir mekanizmaya dönüşmüş, “Tanrı, ‘ortak istenç oluşumunun kamusal alanına ait olmayan bireysel bir iş’ olarak görülmüştür. Artık, ‘Tanrı ve O’nun istenci kamusal bakımdan önemli olmaktan çıkmıştır’”. (Onur Bilge Kula, Avrupa Kimliği ve Türkiye, s 100-101)

Batılı Şarkiyatçı düşünce, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin ana ilkelerinden birini oluşturmuş siyasal sekülerizmi ve bunun politika açılımı olan “laiklik” uygulamasını bir İslam ülkesine yakıştıramamaktadırlar…  “Ülkemizin AB'ye girmesine açıkça karşı çıkan Ratzinger, zenginlik kaybı ve kültürün, ekonomi lehine ortadan kaybolacağını ve Türkiye'nin, Avrupa yerine, komşusu olan Arap ülkeleriyle yakınlaşması gerektiğini söylemişti.” (27 Kasım 2006, TGRT Haber)   

Birçok yerli aydınımızın, şair ve yazarımızın, hatta siyasi partilerimizin değer yargıları da bu “kültürel başatlık” doğrultusunda kurulmuş bulunmaktadır. Hilmi Yavuz, “Modernleşme, Oryantalizm ve İslam” adlı yapıtında Fethullah Gülen “Hocaefendi”nin Papa II. Jan Paul ile yaptığı görüşmeyi “14. Yüzyıldan  bu yana Oryantalizm aracılığı ile kesilmiş olan medeniyetlerarası ilişkilerin yeniden inşa edilmesi” olarak görür. “Doğu ve Batı medeniyetleri arasındaki gerçek diyalog, bu iki medeniyetin özü olan İslam ve Hıristiyanlık arasında kurulabilir” diye sözünü sürdürür. Nurdan Gürbilek, bu durumu, “Hilmi Yavuz bu yazılarda yalnızca Doğu-Batı karşıtlığını bir medeniyetler çatışması olarak sunduğu için değil, aynı zamanda Doğu’yu İslam’a eşitlediği için de Şarkiyatçılığı yeniden üretmekten öteye geçemez” diye yorumlar. (Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, s 172-173).     

Şarkiyatçı bakış açısının Şark ülkelerinde bir iktidar gücü oluşturmasındaki en önemli yardımcısı, emperyalist başkentlerden kurgulanan “sivil toplum örgütlenmesi” oyunlarıdır. ABD’nin dış ülkeler politikasında çok önemli bir yer tutan NGO (Non Govermant Organization –Türkçesi, Sivil Toplum Örgütü-) yapılanmalarında asıl yönlendirici olan NED (National Endowment for Democracy) adlı merkezdir. Günümüz Türkiyesi’nde, muhalefet partileri tarafından Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki karışıklıklarda Batılı ülkelerin taşeronluğunu yapmakla suçlanan iktidar politikasında “siyasal İslam” ve bu düşünce ekseninde örgütlenmiş yardım-dayanışma örgütleri önemli bir yer tutmaktadır. “Somali’ye yardım” kampanyası için yapılan toplantıya katılan, yöneticilerinden birçoğu Almanya’da “istismar ve sahtecilik”ten hüküm giymiş, Türkiye’deki yöneticileri de aynı nedenlerle tutuklanmış Deniz Feneri Derneği, bu “sivil toplum” örgütleri ve olayın hukuksal boyutu için en tipik örnektir.   

NED adlı örgüt, ABD emperyalizminin adı darbe, suikast, karışıklık, bombalama örgütü olarak bilinen CIA’nın kimi görevlerini devralmak için 1983 yılında ABD Kongresi kararıyla kurulmuştu.  NED aracılığıyla tüm dünyaya “demokrasi ihracı” işlemi çerçevesinde Türkiye’deki önce Türk-İslam sentezcisi, daha sonra “siyasal İslamcı” örgüt ve yığınlara para aktarılmaya başlanmıştır. Para alanlar arasında, İlim Yayma Cemiyeti ile Aydınlar Ocağı üyelerinin ve CIA Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze’nin de yazı yazdığı, Prof. Dr. Aydın Yalçın tarafından yönetilen “Yeni Forum” dergisi de vardır. Yeni Forum’un NED’den aldığı 50.000 ABD Doları’nın izi Uğur Mumcu tarafından bulunmuş, aynı tarihlerde bir açıklama yapan Aydın Yalçın da bunun gizlenecek bir yanı olmadığını söylemiştir. “Yeni Forum’un Türkiye’de totaliter rejimlere karşı ve demokrasinin yerleşmesiyle ilgili mücadeleye 35 yıldır sürdürdüğü katkıları desteklemek amacı güden bu yardımın gizli kapaklı hiçbir yanı yoktur.” (Aktaran, Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s 77)

Yakın zamanlarda basında yer alan haberler arasında, Yeni Forum benzeri bir politik tutum izleyen Taraf gazetesinin muhabir yetiştirme programına NED tarafından büyük miktarda para yardımı yapıldığı yer almıştır.

Edward Said’in, Şarkiyatçılık ile yazınsal imgelem arasındaki ilişki için söyledikleriyle sürdürebiliriz sorgumuzu. “Sözgelimi, Şarkiyatçılık ile emperyalist bilinç arasında olduğu kadar Şarkiyatçılık ile yazınsal imgelem arasında da güçlü ittifaklar vardır.” (Edward Said, Şarkiyatçılık, s 359)

20. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasındaki geçiş döneminde, ABD’nin Orta Doğu politikaları Körfez Savaşı ve ardından Irak işgali ile çok ateşli bir dönemece girerken, Türkiye’de ulusal direnci belli ölçüde temsil eden Cumhuriyet kurucu düşüncesine, “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür Politikaları”na yönelik eleştiri metinlerinin kitap ve dergi sayfalarını doldurduğu görülecektir. Orhan Pamuk’un “Şarkiyatçı” bir roman olarak kolayca tanımlanabilecek Kar adlı yapıtı da bu tarihi dönemin ürünüdür.

Roman dili, Orhan Pamuk’un önceki yapıtlarının tersine, son derece “yalın ve anlaşılır” kılınmıştır. Romanda, Kars Millet Tiyatrosu’nda sahnelenen “Vatan Yahut Türban” adlı oyunun aslında kırklı yıllarda, yazarın romandaki değinisiyle, “çarşaflıların devlet zoruyla çarşafsızlaştırıldıkları” (s 149) dönemde oynanmış “Vatan Yahut Çarşaf” oyununun tekrarı gibi olduğu söylenmektedir. 1970’li yılların bol sloganlı sol tiyatrolarından tanınmış Sunay Zaim ve ekibi, roman kahramanı Ka ile aynı gün Kars’a gelmiştir. Oyundan önce “Brechtçi ve Bahtinci” tiyatro anlayışının sergilendiği edepsiz vurgulu “vinyet”ler sahnelenir... Bu küçük oyunlar sırasında kadın kılığına girmiş Sunay, Kelidor Şampuanı’nın uzun şişesini arka deliğine sokar gibi yapmıştır (s 140). Solcu Sunay Zaim’in solcu karısı Funda Eser, gerekli gereksiz erotik hareketler, iç gıcıklayıcı göbek dansları yapıp izleyiciyi tahrik etme çabasındadır. Bir sucuk reklamını taklit ederken eline aldığı kangalı “at mı eşek mi?” diyerek göstermiş, edepsiz bir neşeyle, daha ileri götürmeden sahneden kaçmıştır (ilerisi düşünüldüğünde, at ya da eşek penisini cinsel organına sokar gibi yapması çağrıştırılmakta)… Funda Eser, daha sonraki asıl oyunda çarşaf konusunda kendisini sorgulayan ve çarşafını açmaya karar veren bir kadını oynayacaktır.

Eski komünist, yeni Kemalist Sunay Zaim, tiyatro sahnesine Mustafa Kemal gibi başında kalpakla çıkmış, onun işaretiyle tüfeklerine gerçek mermi konulmuş askerlerin ateş açması sonucu yoksul imam hatipli çocuklar taranmış, birçoğu yaralanmış, birisi de ölmüştür.

Kar romanı, ABD’nin Irak müdahalesinin konuşulmaya başlandığı, Türkiye’deki DSP- MHP iktidarının üslerin Irak’a karşı kullanımını uygun bulmadığı bir dönemde, 2002 yılı başında yayınlanmıştır. O sıralarda kurulan AKP’nin bir sonraki seçimlerde iktidar oluşuyla Kar romanının yazılış mantığı arasında bir koşutluk kurulması, Orhan Pamuk’un yıllardır beraber çalıştığı ABD’li menajerlerin Kar’ın yazılışında önemli katkıları olduğu yolundaki bir görüş, fazlaca komplocu bir bakışın ürünü olarak değerlendirilebilir mi? Yazarı Nobel ödülü kazanmadan önce de, Kar romanı ABD’de en çok satan ilk on roman arasına girmeyi başarmıştır.

Son yılların medyatik ve popüler yazarları arasında sivrilmiş bulunan, kültür endüstrisinin yıldızlarından Elif Şafak’ın birçok romanı da Şarkiyatçı malzeme bakımından zengin birer kaynak oluşturmaktadır.

Şarkiyatçılık, Batı’nın kurup Doğulu aydına kendini izlettiği içbükey bir ayna gibidir; kimi Doğulu aydın, kendisiyle o aynada yüzleşmekte, orada gözlemler yapmaktadır.

Şarkiyatçı düşünce ile donatılmış Batılı sömürgeci politikaların Doğu toplumlarında yol açtığı kültürel sarsılmalar çok ironik örnekler doğurmuştur. Kendisi de “Klinik ve Toplumsal Psikoloji” eğitimi görmüş bir Arap “bilim adamı” olan E. Shouby, “Arap Dilinin Arap Psikoloji Üzerine Etkisi” adlı denemesinde, “Arapça tehlikeli bir ideolojidir” demektedir (E. Said, Şarkiyatçılık, s 334).

 “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür – Eğitim Politikaları”nı “tepeden inmeci” ve “reddiyeci” bulan liberal aydınımız Hasan Bülent Kahraman da benzer bir yaklaşımla, düşünce üretmeyen dilden söz edebilmek başarısını göstermiştir! “Dille, düşünce arasındaki kopmaz ilişki anımsanırsa, düşünce üretme geleneğine sahip bulunmayan bir toplumun dil çıkmazı ( altını biz çizdik) ve vice versa anlaşılır. Bu yok edici tırmanma eğitim sistemiyle de desteklenmektedir.” (H. B. Kahraman, Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri, önsöz, s XVII).

“Düşünce üretme geleneğine sahip bulunmayan bir toplumun dil”i nasıl olabilir, bilemiyoruz. Böyle bir dil, olsa olsa, hayvanlara ait kimi ses ve işaretlerden oluşmuştur… Kahraman’ın kendi deyimiyle de, “dille düşünce arasındaki kopmaz ilişki” göz önüne alındığında, Şark insanı, düşünmeden, beynini değil yalnızca omuriliğini kullanarak konuşmaktadır!

H. B. Kahraman’ın “düşünce üretme geleneğine sahip olmayan toplum”  tanımı da, kaynağında kendisine ait değildir; ünlü Şarkiyatçı dilbilimci Ernst Renan’ın tezlerinin ana dayanağıdır.  Renan’a göre, “Şark dilleri, inorganik, kesintiye uğramış, tümden kemikleşmiş, kendini yeniden üretmeye muktedir olmayan diller olduğunu göstermesidir; başka deyişle, Sami dilinin yaşayan bir dil olmadığını, bundan ötürü de Samilerin canlı yaratıklar olmadığını kanıtlar.” (E. W. Said, Şarkiyatçılık, s 155-156.

Kültürel-yazınsal Şarkiyatçı tabloya son örnek olarak günümüzden bir yazı alalım. 1970li yıllarda Türkiye solunun önemli adlarından olan Taner Akçam, 11 Ağustos 2011 günü taraf gazetesindeki yazısıyla AKP Hükümeti’ne önemli önermelerde bulunuyordu. Kırk yıl öncesinde, tarihi ve toplumsal gerçekliği tarihsel maddeci bir anlayışla yorumlamaya çalışan, cezaevinden kaçtığı otuz beş yıl öncesinden bu yana Batı ülkelerinde ve en son ABD’de yaşamakta olan Taner Akçam, 2011 yılına gelindiğinde tüm toplumsal olgulara dinsel ayrımlar çerçevesinden bakmaya başlamıştır. “İnsan hakları, demokrasi vb. bildiğimiz tüm evrensel değerler esas olarak Hıristiyan kültür dünyasının ürünleridir. Bu dünya (aydınlanmasını da yaşayarak) kendisine ait birtakım normları ve hassasiyetleri insanlığın evrensel değerleri haline getirmeyi başarmıştır. İnsanlık tarihi bu anlamda, Hıristiyan özgül değerlerinden, insanlığın evrensel değerlerinin yaratılmasına doğru bir yürüyüş olarak da görülebilir.”(Taner Akçam, Suriye’de İşler Daha da Kızışmadan, Taraf Gazetesi, 11.08. 2011)

“İnsan hakları” kavramının oluşmasında Batı toplumunda yüzlerce yıl sürmüş sınıf savaşlarının, toplumsal mücadelelerinin hiçbir önemi yoktur artık Taner Akçam için. Tarihi sorunlara ünlü Şarkiyatçı H. A. R. Gibb’den hiç aşağı kalmayacak bir inanç ekseniyle yaklaşmaktadır. “AKP’nin yapmaya çalıştığı, İslami kültür dünyasından evrenselliğe yürümektir. Nasıl ki, Hıristiyan kültür dünyası, kendi özelinden evrensele doğru bir yürüyüş yapmıştır, benzeri bir yürüyüşü, İslam dünyası ve onun yeni önderlerinden AKP niye yapmasın? Balkon konuşması ile ilan edileni böyle okumak da mümkündür.” (Taner Akçam, agy) Artık ne kapitalizm kalmıştır yeryüzünde, ne emperyalizm, ne soygun, ne sömürü, ne emperyalizmin kışkırtıp kullandığı etnik ayrımcılık, ne yoksulluk, ne ezen ne de ezilen... Tek sorunumuz, AKP’nin bölgede “değişen dünya koşulları içinde” üstlendiği görevi bir Hıristiyan toplum olan Ermenileri de içine alacak biçimde genişletmek olmalıdır!

Emperyalizmin Şark ülkelerindeki politika ortaklarının halkı kavrama aracı olarak kullandığı Şarkiyatçı kültüre karşı mücadelenin, yeryüzünde kendi ayakları üzerinde durmasını başaran, onurlu, özgür bir kültürel politika kurmanın yolunu Tortumlu kadınlar gösteriyor bize. Toprağına, suyuna el koymaya gelmiş emperyalizmin su sömürücüsü HES şirketlerinin karşısına çarşafıyla, türbanıyla çıkan Tortumlu kadınların kavgası, Köy Enstitüsü geleneğinden gelmiş, ayağını bu ülke topraklarında tutan aydınlarımıza da üstyapıdaki görüntü-giyinme kısır çekişmesini bir yana bırakıp halkın suyuyla, üreticinin sütüyle, balıyla, yetiştirdiği sebzesiyle ilgili ekmek ve yaşam kavgasında yer almanın gereğini işaret ediyor… 

Kaynakça:

Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Çeviren Berna Ünler, Metis Yayınları, Dördüncü Basım, Mayıs 2004,

Atilla İlhan, Hangi Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4. Baskı, Kasım 2005 İstanbul,

Hasan Bülent Kahraman, “Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Ötekiler”, Everest Yayınları, 2. Baskı, Haziran 2002,

Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik -1910-1940-, Asil Yayın Dağıtım, 1. Baskı, 2006,

Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, Ulus Dağı Yayınları, Ankara 2006, 15. Basım,

Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, Birinci Basım, Metis Yayınları, Mart 2011,

Onur Bilge Kula, Avrupa Kimliği ve Türkiye, Büke Kitapları, 1. Baskı, Mart 2006,

Orhan Pamuk, Kar, İletişim Yayınları 1. Baskı 2002,